Bir zamanlar, rengârenk çiçeklerin arasından sayısız kelebeklerin uçuştuğu, kuşların melodilerle dolu şarkılar söylediği, yemyeşil tepelerin göğe uzandığı büyülü bir diyar vardı. Bu diyarın adı Gökkuşağı Vadisi’ydi. Vadinin tam ortasında ise, kristal kuleleriyle parıldayan büyük bir saray yükselirdi. Bu sarayda, ailesi ve dostlarıyla birlikte yaşayan Prenses Alina adında cesur ve meraklı bir kız vardı.
Prenses Alina, sıradan bir prenses değildi. O, günlerini altın tahtında oturup sıkıcı toplantılara katılarak geçirmezdi. Aksine, her gün yepyeni şeyler öğrenmek, farklı diyarları keşfetmek ve insanlara yardım etmek için sabırsızlanırdı. En sevdiği şeylerden biri de sarayın kütüphanesinde antik haritalar ve eski kitaplar arasında kaybolmaktı. Alina’nın en yakın dostları ise, konuşkan bir papağan olan Zümrüt, kurnaz bir tilki olan Pati ve bilge bir kaplumbağa olan Maviş’ti. Bu üç dost, Alina’nın her macerasında onun yanındaydı.
Bir gün, Alina kütüphanede tozlu bir rafın üzerinde parıldayan bir kitap buldu. Kitabın kapağında şu sözler yazılıydı: "Kayıp Renkler Diyarı". Kitabı açtığında, içinde bir harita olduğunu fark etti. Harita, çok uzaklarda bir yerde, tüm renklerin yok olduğu ve her şeyin griye döndüğü bir diyara götürüyordu. Kitabın son sayfasında ise şu cümle yazıyordu: "Renkleri geri getirebilecek tek kişi, cesareti ve yaratıcılığıyla bilinen bir kalp taşıyıcısıdır."
Alina, bu gizemli diyarı bulmaya karar verdi. "Eğer renkler kaybolduysa, o diyarda yaşayanlar çok üzgün olmalı," diye düşündü. "Onlara yardım etmeliyim!" Zümrüt, Pati ve Maviş de bu maceraya katılmaya hazırdı. Hep birlikte sırt çantalarını hazırladılar, haritayı aldılar ve yola koyuldular.
Yolculukları kolay değildi. Önce, Gürültü Ormanı'ndan geçmek zorunda kaldılar. Bu ormanda ağaçlar, rüzgârla birlikte konuşur gibi hışırtılar çıkarıyordu. Alina ve dostları, ağaçların anlattığı bilmeceleri çözerek yollarını buldular. Daha sonra, Fısıldayan Dağlar’a geldiler. Bu dağlar, sürekli esen rüzgârlarla konuşur gibi sesler çıkarıyordu. Burada, rüzgârın melodisine kulak vererek doğru yolu bulmayı başardılar. En sonunda, haritanın gösterdiği yere, yani Kayıp Renkler Diyarı’na ulaştılar.
Alina ve dostları gözlerine inanamadı. Her şey griydi! Ağaçların yaprakları, çiçekler, kuşlar, hatta gökyüzü bile renksizdi. Burası, sanki bir masal değil de eski bir siyah beyaz film gibiydi. Alina, bu gri dünyada yaşayan insanlarla konuşmaya karar verdi. İnsanlar, renklerin bir gün aniden kaybolduğunu, bunun sebebini kimsenin bilmediğini ve herkesin çok mutsuz olduğunu anlattı.
Alina, ilk iş olarak bu gizemi çözmeye karar verdi. İnsanlardan öğrendiğine göre, renkler kaybolmadan önce diyarın en yüksek tepesindeki "Gökkuşağı Kuyusu"ndan rengârenk ışıklar yükselirmiş. Ancak şimdi kuyudan sadece gri bir sis çıkıyordu. Alina ve dostları, hemen Gökkuşağı Kuyusu’na gitmeye karar verdi. Tepede, kuyunun etrafında beliren gri sisin içine girdiklerinde, sisin ortasında somurtkan bir yaratık gördüler. Yaratık, kendini "Gölgeler Efendisi" olarak tanıttı.
Gölgeler Efendisi, renklerin insanların neşesiyle beslendiğini, ama insanların neşesini kaybettiği bir gün renkleri hapsettiğini anlattı. "Eğer insanlar hayal güçlerini ve neşelerini geri kazanmazsa, renkler asla geri dönmeyecek," dedi.
Alina, yaratığın söylediklerini dikkatle dinledi. "İnsanların hayal gücünü ve neşesini geri getirebilirim," dedi kararlı bir sesle. "Ama bunun için bana fırsat vermelisin." Gölgeler Efendisi, Alina’nın cesaretine şaşırdı ve ona bir şans tanımaya karar verdi. "Tamam," dedi. "Eğer bir gün içinde bu diyara neşeyi geri getirebilirsen, renkleri serbest bırakacağım. Ama başaramazsan, sen de bu gri dünyada kalacaksın."
Alina, hemen işe koyuldu. Önce, çocuklarla konuştu. Onlara hikâyeler anlattı, oyunlar oynadı ve onlarla birlikte şarkılar söyledi. Çocukların gülümsemelerini görmek, Alina’ya umut verdi. Daha sonra, yetişkinlerle konuştu. Onlara, hayal kurmanın önemini anlattı. "Düşünün," dedi. "Eğer bu gri dünyada bir şeyleri değiştirebilseydiniz, ne yapardınız?" İnsanlar önce tereddüt ettiler, ama sonra hayallerini paylaşmaya başladılar. Kimisi rengârenk bahçelerden, kimisi parlak yıldızlarla dolu bir gökyüzünden bahsetti.
Alina, herkesin hayallerini bir araya getirdi ve gökyüzüne doğru uçan bir uçurtma yaptı. Uçurtmanın kuyruğuna herkesin hayalini yazdı. Uçurtma havalandığında, gökyüzünde bir şey değişti. İlk başta küçük bir kırmızı nokta belirdi, sonra turuncu, sarı, yeşil, mavi ve mor renkler gökyüzüne yayıldı. Renkler, bir gökkuşağı olarak geri döndü! Gökkuşağı Kuyusu’ndan parlayan ışıklar yeniden ortaya çıktı ve tüm diyarı sarıverdi.
Gölgeler Efendisi, Alina’nın başarısını kabul etti ve renkleri tamamen serbest bıraktı. "Sen gerçekten cesur ve yaratıcı bir prensessin," dedi. "Bu diyara neşeyi geri getirdiğin için teşekkür ederim."
Alina ve dostları, renklerin geri döndüğünü gören insanların mutlulukla dans ettiğini izlerken çok mutlu oldular. Kayıp Renkler Diyarı artık eskisinden bile daha canlıydı. Alina, insanların hayal gücü ve neşesini asla kaybetmemesi gerektiğini düşündü. Vedalaşma zamanı geldiğinde, insanlar Alina’ya bir sürpriz hazırlamıştı: Rengârenk iplerden yapılmış bir bileklik! "Bu bileklik, hep hayal kurmayı hatırlatacak," dediler.
Prenses Alina, dostlarıyla birlikte Gökkuşağı Vadisi’ne döndü. Bu macera ona, cesaretin ve yaratıcılığın her şeyin üstesinden gelebileceğini öğretmişti. Artık vadideki herkes, Alina’yı sadece bir prenses olarak değil, aynı zamanda hikâyelerle dolu bir kahraman olarak görüyordu.
Ve Alina, bir sonraki macerasını merakla beklerken, Gökkuşağı Vadisi’nde her zamanki gibi huzurla yaşıyordu. Çünkü o, hayal gücünün gücüne inanmayı asla bırakmayan bir prensesti.
Ve masal burada mutlu bir şekilde sona erdi.
Arkadaşlarınla Paylaş