Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yemyeşil tepelerle çevrili, güzel bir köyde, doğanın kucağında yaşayan küçük bir çocuk varmış. Bu çocuğun adı Can’mış. Can, meraklı, neşeli ve yüreği sevgi dolu bir çocukmuş. Köylerinde herkes birbirini tanır, sıkıntıları birlikte aşar, sevinçlerini paylaşırmış. Herkes bir ailenin parçası gibi birbirine destek olur, hep beraber çalışır ve dayanışmayı yaşarlarmış. Can’ın ise en sevdiği şey ailesiyle vakit geçirmekmiş; çünkü ailesi onun için her şey demekmiş.
Can’ın babası Ali Bey, güçlü kuvvetli bir oduncuymuş. Köyde saygı gören, yardımsever bir insan olan Ali Bey, ailesine çok düşkün bir babaymış. Can, babasının yanında olmayı, onunla vakit geçirmeyi çok severmiş. Annesi Ayşe Hanım ise köyün en becerikli kadınıymış. Yemek pişirmede, dikiş dikmede ve bahçe işlerinde kimse onun kadar iyi değilmiş. Can’ın ailesi, hep birbirine bağlı, sevgi dolu bir aileymiş.
Bir gün babası Ali Bey, “Haydi Can, bugün ormana gidip odun toplayacağız,” demiş. Can, babasının yanında çalışmaktan büyük keyif alırmış. Ormana gittiklerinde kuşların ötüşünü dinleyip, çiçeklerin güzelliğini keşfederken babasıyla geçirdiği her anı çok severmiş. Babasının omuz omuza çalışması, ormanın içinde birlikte yürümeleri Can için paha biçilemez bir mutluluk kaynağıymış.
Fakat o gün, ormanda tuhaf bir şey olmuş. Can, etrafına bakınırken birden bir parıltı görmüş. Parıltının olduğu yere doğru yürüdüğünde yerde küçük, parlayan bir taş bulmuş. Taşın yüzeyi sanki yıldız tozuyla kaplanmış gibi ışıl ışıl parlıyormuş ve taşın üzerinde garip desenler varmış. Can, taşı eline aldığında sıcak bir his hissetmiş ve “Acaba bu taşın sırrı nedir?” diye düşünmeye başlamış.
Taşı özenle cebine koyarak babasının yanına dönmüş. Gün boyu odun toplamaya devam etmişler ve akşam eve döndüklerinde Can, taşı ailesine göstermiş. Annesi Ayşe Hanım ve babası Ali Bey, taşı dikkatle incelemişler. Babası, “Bu taş belki de bir sır taşıdır. Büyük büyük dedemiz, bize böyle taşların bazen dilek taşı olduğunu söylerdi. Dilek taşı, kalpten gelen bir dileği yerine getirirmiş,” demiş. Can’ın gözleri heyecanla parlamış.
“Peki, bir dilek tutabilir miyim?” diye sormuş. Babası gülümseyerek, “Tabii ki tutabilirsin. Ama dileğini iyi düşün,” demiş. Can, içten içe ne dileyeceğini düşünmeye başlamış. Bir süre düşündükten sonra, içindeki macera arzusuna kapılarak, “Bir gün bu taş beni büyük bir maceraya götürsün,” diyerek dileğini dilemiş.
O gece Can yatağa yattığında başını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya dalmış. Ertesi sabah, Can uyandığında odasında bir gariplik hissetmiş. Etrafındaki eşyalar dev gibi görünüyormuş ve yatağı çok genişmiş. Tam bu sırada minik bir ses, “Hey Can, hadi kalk! Maceran başlıyor!” demiş. Can şaşkınlıkla etrafına bakmış, ama kimseyi görememiş. Biraz korkarak doğrulmuş, fakat tam o sırada, penceresinin önünde bir kuş belirmiş. Bu kuş sıradan bir kuş değilmiş; tüyleri gökkuşağı gibi rengârenkmiş ve gagası altın gibi parlıyormuş.
Kuş konuşmaya başlamış: “Merhaba Can! Benim adım Zümrüt. Senin dileğin kabul oldu ve ben seni büyülü bir maceraya götürmek için geldim,” demiş. Can, Zümrüt’e şaşkınlıkla bakarak, “Peki ama, bu macera neyle ilgili?” diye sormuş. Zümrüt gülümseyerek, “Bu macera birlik, sevgi ve dayanışmanın gücünü öğrenmek üzerine. Ailenin, dostların ve sevginin gerçek anlamını bulacaksın,” demiş.
Zümrüt, “Hadi sırtıma bin,” demiş. Can, kuşun sırtına binmiş ve bir anda gökyüzüne doğru yükselmişler. Gökyüzünde uçarken Can, evini ve ailesini aşağıda bıraktığını fark etmiş ve biraz endişelenmiş. Fakat Zümrüt, “Merak etme Can, biz dönmeden hiçbir şey yolundan çıkmaz,” diyerek onu teselli etmiş.
İlk durakları, uzaklardaki yalnız bir çiftlikmiş. Bu çiftlikte yaşlı bir kadın ve torunu yaşıyormuş. Can, onlarla tanıştığında yaşlı kadın ona tatlılar ve hediyeler vermiş. Tatlılar çok lezzetliymiş, fakat Can, burada tam anlamıyla kendini evinde gibi hissedememiş. Yaşlı kadın ona her ne kadar ilgi gösterse de, ailesinin yanında duyduğu sıcaklığı burada hissetmiyormuş. Bu yüzden teşekkür ederek ayrılmış ve Zümrüt’ün sırtına yeniden binip bir sonraki durağa gitmişler.
Bir sonraki durak, rengarenk çiçek bahçeleriyle dolu bir kasabaymış. Bu kasabanın halkı çok neşeliymiş ve Can’ı çok sevmişler. Çocuklar onunla oyunlar oynamış, ona çeşitli çiçekler göstermişler. Can bu kasabada güzel vakit geçirmiş ama içten içe ailesini özlemiş. Gözlerinden minik yaşlar süzülmeye başlamış. Bunu gören Zümrüt, “Can, aileni çok mu özledin?” diye sormuş. Can hüzünle başını sallamış ve “Evet, onların yanındayken kendimi gerçekten ait hissettiğim bir yerde oluyorum. Burada her şey çok güzel ama ailemin sıcaklığı eksik,” demiş.
Sonraki durakta, Can ve Zümrüt büyük bir şehre inmişler. Şehir, ışıl ışıl ve insanlar kalabalıkmış. Ancak Can burada yalnız hissetmiş. Kalabalık içinde kimse onu tanımıyor, ona gülümsemiyor ve kimseden yakınlık göremiyormuş. Şehirde birçok oyuncak, ilginç eşyalar ve cazip şeyler olmasına rağmen, Can yalnız kalmaktan mutsuz olmuş. Ailesinin yanındayken hissettiği güveni burada bulamamış.
Bu deneyimlerden sonra Zümrüt, Can’a dönüp şöyle demiş: “Can, aile her zaman yanımızda olan, bizi her koşulda destekleyen, bize güven veren kişilerdir. Ailemizin varlığı, sevgisi ve ilgisi bizi biz yapar. Dünyanın neresine gidersek gidelim, ailemiz bizi koşulsuz sever. Bu yüzden aile, en değerli hazinemizdir.”
Can, Zümrüt’ün sözlerini dikkatle dinlemiş. Kalbindeki aile sevgisi daha da güçlenmiş. Ailesinin kıymetini çok daha iyi anlamış. Ailesinin yanında geçirdiği sıradan gibi görünen anların aslında çok özel olduğunu kavramış.
Can, “Zümrüt, artık evime, ailemin yanına dönmek istiyorum,” demiş. Zümrüt, “Hazırsan seni eve götürebilirim,” demiş ve gökyüzüne doğru tekrar uçmuşlar. Kısa süre sonra, Can kendini yeniden köyündeki evinin önünde bulmuş. Koşarak eve girmiş ve annesiyle babasına sımsıkı sarılmış. O andan itibaren ailesinin önemini daha derinden hissetmiş.
Bu olaydan sonra Can, her gün ailesine daha fazla yardım etmiş, onlarla daha çok vakit geçirmiş ve her anın kıymetini bilmiş. Babasıyla ormanda odun toplamaya gitmiş, annesiyle yemek yapmış, kardeşiyle oyunlar oynamış. Her akşam uyumadan önce ailesine teşekkür etmeyi ihmal etmemiş. Çünkü Can artık biliyormuş ki; aile, her şeyden önemli, her şeyden değerliymiş.
Ve böylece, Can ve ailesi, sevgiyle dolu mutlu bir hayat sürmüşler. Gökyüzünde özgürce uçan Zümrüt de onları her zaman izleyerek, Can’ın öğrendiği bu dersin ne kadar değerli olduğunu içten bir mutlulukla görmüş.
SON
Arkadaşlarınla Paylaş